Perşembe, Aralık 30, 2010

Haydi başlıyoruz geriye doğru saymaya 365, 364, 363, ....

Adettir geriye doğru saymak. Ben biraz erken başladım sadece :) Geçip giden koskoca bir yılı, söylerken dile kolay gelen 365 günü, şimdi burda bir çırpıda özetlemek saygısızlık olur biliyorum ama belki sadece aklıma kazınanları, hayatıma yer edenleri, canımı yakan olayları, kalbimi kıran insanları, çok mutlu olduğum anları, amaçsız seyahatlerimizi hatırlayabilirim...

Her yıl olduğu gibi 2010 yılına girerken de bir sürü karar aldım belki uygulamayacağım ama yine de aklımdaki ve checklistimdeki varlığıyla beni rahatlatan kararlar... Kaçını uyguladım, kaçını görmezlikten geldim, üzerlerine kaç tane daha spontane karar aldım bilmiyorum. Ama birazdan terazideki dengelere baktığımda 2011 için neleri yapmam veya neleri yapmamam gerektiği hakkında en azından bir fikrim olacak gibi hissediyorum. Ama biliyorum ki hissettiklerimin hiç birini yapayacağım yine içimden geldiği gibi olacak herşey. Başka seçeneğim yok mutlu olmak için.

2010 yılının ilk dakikaları; yanımda en sevdiğim arkadaşlarımdan biri, çöpçatanlığını yaptığım sevgilisi ve onun tanımadığım herbiri bir çift olan arkadaşları! Kankamın üzerine kızın birinin kusması, votka istedim diye ispirto getirmeleri, şarap isteyince al sana sirke demeleri, (rakı hakkında konuşmam bile) sınırsız içki olmasına rağmen 1 biranın saatlerce gelmemesi gece boyunca da en fazla 3 bira içebilmiş olmamın verdiği gerginlikle başladık yeni bir yıla... Bu arada düğün havasında geçtiğini söylememe gerek bile yoktur eminim! Nakkaştepe, Rakkas! mükemmel manzarasına, dekorasyonuna ve ihtişamına rağmen kesinlikle bir daha asla önünden geçmeyeceğim mekan olarak adını beynime kazıdı. Zaten arkadaşlarımın halt etmesiydi oraya gitmemizin sebebi... Yoksa benim kalkıpta gideyim diyeceğim bir mekan kesinlikle değil...

Kötü başladım belki ama kendi kendimi mutlu etmesini de bildim... Yıllardır istediğim Nikon'cuğumun bir kaç model altı da olsa bir Nikon aldım... 2011 de Fisheye ve tele objektifleri almaya adamalıyım kendimi :) Sevgili fotoğraf makinamla çok eğlenceli yerlere gidip çok eğlenceli çekimler yapacağımı düşünüyordum aslında bu yıl, ama her seferinde ya fazla içtiğim, ya da uykum geldiği için yalan oldu :) Ama bu demek değildir ki güzel fotoğraflar çekmedim. Mesela DragonFest'e giderken arkadaşlarıma yürüyerek gidebileceğimizi iddaa edip kasımpaşa sokaklarına daldığımda çok güzel kareler yakaladık:) Veya gezmeceler sırasında çektiklerimiz de kayda değer fotoğraflardı:)

Durup dururken ucuz bilet bulduk diyerek, henüz ne pasaport, ne vize, ne de izin hakkımız varken uçak bileti aldığımız yurtdışı tatillerimizin ilk durağı Amsterdam'dı. Zaten sonra nerde bilet görsek ucuza, alır hale geldik. Yeni alışkanlığımız bu oldu Lacrosiere ile :) Haritalarımızı elimize alıp gezer olduk her yeri. Hollanda dönüşü dayanamayıp İspanya biletlerimizi alıverdik. Ve hatta İspanya'ya daha gitmeden en ucuz biletlerimiz olan İtalya biletlerimizde elimizdeydi... Tabi ki Barselona'da neler yaşayacağımızı bilmiyorduk. Nasılsa vizemiz var masrafımız olmaz diyerek almıştık. Ancak Barselona seyahatimizin 3. gününde benim çantamın çalınması birçok planımızı altüst etti. Pasaportum, telefonum, kredi kartlarım herşeyim gitmişti. Kötü bir duygu hatta duygu falan değil, ŞOK! İnsan inanamıyor bunun olduğuna ama olabiliyormuş işte... Her neyse Barselona'ya yolunuz düşerse çantanıza sahip çıkın 2 saniye boş bırakmaya gelmiyor... Bir daha Barselona'ya gitmek ister miyim? Pek sanmıyorum... Barca'nın ardından sırada İtalya turumuz vardı.

Bu kez  Lacrosiere 'in yanı sıra iki sürpriz konuğumuz daha vardı. Yaşlı Doğmuş Genç Kadın ve Yeşil Mercibek 'imiz de bizimleydi... İnanılır gibi değil! Dördümüz hep birlikte adalara gitmeyi beceremezken Roma'daydık! Ne söylenebilir ki! Mükemmeldi...

Açıkçası hiç birimiz geri dönmek istemedi... Tekrar gitmek üzere geri döndük yuvamıza... Sıradaki durağımız mı? Bilmem ruh halimize bağlı :)

Bütün sene boyunca tabi ki sadece gezmedim, çalıştım da... Yeni istekleri, yeni dilekleri gerçekleştirebilmek için çalışmak şart mantığını kafama yerleştirip her sabah 05:30' uyanıp işe gittim. Durmadan dinlenmeden bir çok şey yaptım. Durup dinlenecek zaman bulamazken bile arkadaşlarımı asla ihmal etmedim. Yoğun, yorucu ve hızlı geçirdim günleri...

Nisan ayında pamuk saçlı kraliçem hastalandı. Her gün işten çıkıp hastaneye gittim çünkü onu görmediğim bir güne bile dayanamıyordum. Bir ay boyunca dua ettim oradan benim kolumda çıktığı günü görmek için  ... Ailenin en güçlülerinden biri oldum Pamuğum için... Her gün her dakika söz verdik birbirimize hastaneden çıkınca yapacaklarımız hakkında, her defasında sakın gitme dedim O'na...
Tutamadı sözünü, Gitti...
Mayıs ayında hepimize veda etti ve gitti... Özlüyorum Pamuğumu... Yarım kalanları O olmadan nasıl tamamlarım bilmiyorum. O'nun bıraktığı gibi bir çok şey, dokunamıyorum, şekli bozulmasın diye hikayelerinin... Bazen rüyalarımda anlatıyor bana, uyandığımda yine unutuyorum...

Aşk mı? Oldu mu demeliyim olmadı mı bilmiyorum... Üzerime karabasan gibi çöken, bir türlü ilişki kategorisine giremeyen, kesinlikle anlaşamadığım ama garip bir şekilde beni çeken bir kuvvet vardı hayatımda... Kimilerine göre imkansız görünen, bazen kararsızlık diye nitelendirdiğim, halbuki gerçekte tam anlamıyla zaman kaybı. Ne gerçek, ne de hayaldi hissettiklerim... Yazdıklarımdan nasıl bir ruh haline sürüklendiğimi anladım. Son bir şans verdim, kullanamadı. Birden bire uyandım. Yorulduğumu hissettim. Gereksiz bir yorgunluk olduğuna kanaat getirince de puf!

Güzel insanlarla da tanıştım son günlerde. Eski beni buldum onların yanında, kendim oldum, huzur buldum... "İşte hayat bu!" dedim ve gülümsedim...

Ya şimdi, bu dolu dolu ve yorucu 2010'un bizi terk etmesine 27 saat kala çok mutlu olduğumu söyleyebilirim. Çünkü biliyorum ki 2011 benim yılım olacak!

O halde daha şimdiden Hoşgeldin 2011 :)

Perşembe, Aralık 23, 2010

Geçmişe Yolculuk

21 Aralık en uzun gece, en yalnız ve en karanlık; üzerine bir de Ay tutulması! En uzun, en stresli, en kabus, en gergin hafta olacak değil mi şimdi? Oldu bile.. Ama ilginç olan bahar tadındaydı bu kabus... Sanırım en güzel yanı da bu bahar havası.. Sevmiyorum ben kışı, kışın kasvetini, karanlığını.. Hep bahar olsun bana hep çiçekler dallarında... Korkulardan uzakta, hayallere dalacağım kokular arasında geçsin ömrüm. Huzuru hissetmek istiyorum böyle zamanlarda... Kasveti dağıtıp aydınlatmak istiyorum dünyamı, Bir yandan Gogol Bordello çalsın fonda, diğer yanda güneş sıcaklığıyla göz kırpsın bana gökyüzünden, kara kara bulutlar gitsin artık üzerimizden! Pamuk gibi sevimli kuzu motifli minik bulutlara hayır diyemem ama... Hayalleri daha gerçekçi kılıyor onlar, olmadan asla!

Dün gece 10 yıl önce yazmaya başladığım bir defterim geçti elime... 2 yıldır dokunmamışım üzeri tozlu, içi acıyla doluymuş... Ama umut her daim sayfaların arasından gözkırpmış bana... Elime aldım üzerindeki tozdan kurtardım onu ilk olarak... Korktum sayfaları aralamaktan, ya canım acırsa, ya kırarsa umutlarımı on yıl önceki ben! O zaman toparlanmak daha kolaydı, şimdi çok zor...

Dayanamadım araladım sayfaları tozlar sayfa aralarından da uçuştu yüzüme doğru. Hapşırdım. 'Çok yaşa!' dedi bir ses defterin içinden... Unutmamış beni, gülümsedim. Farklı bir güven duygusu yayıldı kanımla beraber damarlarımdan vücudumun her bir milimetrekaresine, o kadar hızlıydı ki difüzyon, açıvermişim defteri o hazla. Sanırım hayatımda hakkında bu kadar çok yazdığım başka bir adam daha yoktur dedim içimden... Yine 'O'! Bu defterde de heryerde olduğu gibi geçmişimden geliyor, bırakmıyor peşimi... Okudum, okudum, durdum öylece. Gözlerim doldu. Ağlamadım! Haketmeyeceğini söylemişim on yıl önceki ben on yıl sonraki bana... Dinledim eski dostumu, ağlamadım. Ne kadar çok ayrıntı varmış O'na dair hatırlamadığım... Ne kadar çok acıtmış canımı... Şimdi bir garip tutku kalmış içimde sadece O'na ait sebebini bilmediğim, aklıma geldiğinde yine de gülümseyebildiğim... Silmişim işte en kötü şeyleri, her zaman yaptığım(ız) gibi... Okuyunca on yıl önceki beni, kendime bile inanasım gelmedi! 'Acaba atıyor mu?'! bile dedim kendi kendime... ozamanlar ondan hiç beklemediğim, hiç ummadığım şeyler yapmış bana, ki hala karşıma geçse 'Sana bunları bunları yapacağım, kalbini paramparça etmek için de şunları söyleyeceğim' dese bugün bile inanmam... Sever o beni yapamaz bunları derim. Ama anladım ki sevgiden çok farklı şeyler bunlar... 10 yıl sonra anladım bunu... Biliyorum hala sever o beni, hala aklına geldiğimde güzel hatırlar, gözlerinin içi güler... Hala beni sorar yeri geldiğinde arkadaşlarına, bazen bana... Hala karşılaştığımız da -çok nadiren de olsa- ilk anda sesi titrer, tıpkı benim gibi -Şimdi ki hayatına rağmen!-

Bütün bunlar yüzünden inanamıyorum işte bazı şeylere... Kendi yazdıklarıma, onun yaptıklarına, benim söylediklerime... Ama artık anlayabildiğim birşey var... O sayfaların arasından çıkan gözyaşlarım gösterdi bana neden istikrarlı bir biçimde bir erkeğe güvenemediğimi... Neden uzun süren ilişkiler yaşayamadığımı... Artık sorgulamayacağım bunu, biliyorum çünkü nedenini...

Sanırım 10 yıl önce bugüne dair söyleyeceklerim bitmemiş. Sayfalar beni çağırıyor, umut kırıntıları hala aynı şarkıyı söylüyor bana;

'And when the broken hearted people
Living in the world agree,
There will be an answer,
Let it be.'

Eve döndüğümde geçmişe yolculuğuma bıraktığım yerden devam etmeliyim...

Salı, Aralık 21, 2010

Seninki kaç santim? - Greenpeace

Seninki kaç santim? - Greenpeace: "2050’de dünyadaki balık stokları tükenecek. Denizleri hala sonsuz bereket kaynağı olarak görüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Büyük balıkların %90’ı çoktan yakalandı. Toplam balık stoklarının %60’ı bitti. Gerı kalan %40 ise 40 yıl içinde son bulacak. Balıkların bittiği gün deniz yaşamı da bitecek."

Pazartesi, Aralık 20, 2010

"Life isn't finding about yourself, life is about creating yourself."

                                                            Bernard Shaw

Pazartesi, Aralık 13, 2010

sıkıntıdan çıkma masal çakması!

Hayat aslında masallardan ibaret değil mi? Hep mutlu son olsun diye beklediğimiz... Beklediğimiz!'in ilk günlerinde tutulan bütün dilekler, edilen bütün dualar hatta bakılan fallar onun içinken zaman geçtikçe; dokunamadıkça gerçeklere, kurduğumuz hayallere, hedeften şaşmaya başlamaz mı dileklerimiz... Bu masalın da sonu mutlu değilmiş, yine değilmiş işte! Ne olacak sanki ölecek miyim! demez miyiz... Aşkın ne olduğunu çözmeye çalışırken hatta aşık mıyım değil miyim diye sorgularken, etrafındaki en yakınların, en uzakların sana ellerinden geldiğince ve yaşadıkları doğrultusunda bunu açıklamaya çalışırlarken kafanın allak bullak olduğu o an! İşte o an herşeyden vazgeçme anındır. Bazen yaşananların bir illüzyon olduğunu zanneder tam gülüp geçecekken kendine birden bir merak uyanır içinde ya hayatta aradığım mutluluksa bu diye düşünürken acı çekmeye başlarsın... Çünkü sadece tek bir kelimeden ibarettir yaşadıkların belki bir sakinleştiricinin verdiği etki ile aynı şeyleri hissettim diye geçirirken içinden bir de bakarsın ki hayatında herşey ve hiçbirşeydir. Umutlarının kırıldığı noktadasındır yine herşeye isyan ederken bir an gözlerini açıp karşına bakarsın! Herşey gerçektir, karşındadır işte hayatın, aşkın! Kollarını açmış seni bekliyor...

Mutlu sonla bitsin istedim benim masalım... Hatta bitmesin!
Sonsuza kadar mutlu yaşasınlar...

Cumartesi, Kasım 13, 2010

SES-SUS

Her masalda biraz daha yok oldum, bir varmış bir yokmuş dedikçe büyükler. Her şarkıda uğruna gözyaşı dökülen, isyan edilen kadın oldum, günler aylar seneler geçtikçe daha nankör oldum. Sustum, konuşmadım. Sustukça kayboldum... Kimse duymadı haykırışlarımı, duyamadı... Sesimi duyurmaya çalıştıkça kısılıyordum, kabuslarımda çığlık atmak istediğim, fakat ne yaparsam yapayım bir türlü sesimin çıkmadığı zamanlardaki gibi...


Bazen Sen oldum, sustum. Yine de haykırış oldum. Ben olduğumda yine sesim çıkmıyordu, ben de karar verdim, bulut oldum. Seninle çarpışınca yüklendim, yağmur oldum, döküldüm isyankarların üzerine... Bazen üşüdüm sende, kar oldum, buz oldum... İçimde biriktirdim çığ oldum. Çığ olunca tutamadım içimde biriktirdiklerimi can aldım, can yaktım... Ama sana hiç dokunamadım!

Sonra yine ben Ben oldum, konuştum... Hayatta ilk kez sesimi diğerleri de duydu, bir garip oldum... Hep beklediğim bu değil miydi? Masallarda yok olan, şarkılarda son bulan sessiz kadının sesini duyurabilmek... Şimdi?
Sesime rağmen söyleyecek birşeyim kalmamış içimde...
Yorulmuşum, hırpalanmışım, tükenmek üzereyken bedenim amacıma ulaşmışım... Ve şimdi farkettim ki hayallerime ulaşmak için çırpınırken gerçek dünyada anlamsız olmuşum...

Cumartesi, Ekim 30, 2010

SeS~SuS

Radikal Genc yine bana surpriz yapmis:) okuyunuz bos durmayiniz :)

Barselona dan opukler :)

http://www.radikalgenc.com/toplum/kadin/sessus

Perşembe, Ekim 21, 2010

Başka..

Son kez dokundu dudakları yanağıma, son kez öptü beni ve gönderdi. O henüz farkedememiş olsa da, o ben artık gitti. Son kez isyan etti dünyaya, son kez küfretti ona, son kez söylendi kaderine ve gitti! Yerine bir başka ben getirdi, boş bırakmak istemedi yerini çünkü... Biraz daha taş kalpli, isyankar ve belki de umursamaz öncekine nazaran... Belki daha güzeldir kimine göre, daha acımasız olduğu kesin geçmişe göre. Daha net, daha kesin, daha özet... Belki daha fazla deli, belki daha az. Ama daha büyük, daha olgun, daha yürekli. Çocuk ruhuna karışamam ben, kendi kararı. İster daha çocuksu, cıvıl cıvıl, isterse...
İsterse,                             İsterse istediği gibi işte! Ne istiyorsam o! Kendi başına bu sefer. Yalnız, tehlikeli ve kararlı...

Belki saçları daha sarı, belkide kahverengi... Kim ne söyleyebilir ki istediği an değiştirebilir saçlarını. Kim bilir belki de daha kısadır saçları. Kadın değil mi morali bozuksa değişiklik ister bedeninde... Belki bir dövme yaptırmıştır ensesine, belki de kimsenin göremeyeceği başka bir yerine... Zannediyor mu ki O hala aşkını yazdırdı dövme niyetine? Değiştim ama farkedemedi işte. Bu kadar sığ bakıyor gözlerime... Daha derin bakışlar gerek kalbimin derinliklerine doğru yol alabilmesi için, ama boşverin! İşe yaramaz ki! O ben gitti işte, yeni bir ben var yerimde...

Cuma, Ekim 01, 2010

MELEKLER ERKEK OLUR..

"Sonra? Ya tutarsa mı demeliydik? Öylece bıraksa mıydık hayatı akışına? Nasıl bakacaktım yolda yürürken insanların suratına? Evet senin gibi değilim ben! Cesur, net, ısrarcı ya da mutluluğu için herşeyden vazgeçebilecek gücüm yok benim... Bir damla daha akacak kanım kalmadı ki! Sular çekildi çoktan... "

-Oysa kıyının nefes almasıydı med-cezir hani? Neden cezalandırılıyorum ben şimdi söyle! Bütün bunlara sebep ben miyim? Beni mi göstereceksin o devasa kapının önüne geldiğinde taşlanacak kadın olarak? Nasıl kıyabilirsin ki sen bana ? Nasıl yumacaksın gözlerini acılarıma söyle! Hem nereden biliyorsun belki o kapının ardı cennet.. O zaman nedir olacak olan? Ben yine bağışlayacak mıyım seni zannediyorsun? Haydi itiraf et tüm sanrılarını... Asla senden vazgeçmeyeceğimi sandın değil mi, aşkımız daim sandın. Ciğerlerine o pis hava dolduğu, gözbebeklerimde sana olan kara sevdamı bir sembol gibi taşıdığım sürece... Yani öldüğüm ve yaşadığım sürece...-

"Gülümseyebildiğim sürece sana, gözlerin aşk dolu bakacak değil mi? Hiç mi bitmez yüreğindeki sevgi? Hiç mi kaybetmeyeceksin iyilik meleklerini? Şeytanlaşmayacak mısın asla? Nasıl bu kadar cesur, gözüpek olabiliyorsun bu savaş alanında? İçindeki iyilik mi seni koruyan kurşunlardan, sevgi mi yoksa aşk mı insanlığa duyduğun... Her daim saf ve masum kalacaksın biliyorum.
Ben senin gibi değilim işte!
Olamıyorum...
Hep kalkanlarım havada yaşamak zorundayım, yoksa kalbime saplanır o kurşun... O zaman benim canım yanmaz ki! Korktuğum senin canını acıtmaları... Çünkü sen o kurşunun delip geçeceği yerdesin, bendesin..."

-Sen; zeki, korumacı, belki biraz şeytan(!) belki de sevdalı ve masum olamayan erkek,
Bense; temiz, iyi yürekli, masumiyetin sembolü(!), tam anlamı ile bir melek, belki de kendini koruyamacak kadar aciz bir kadınım değil mi senin gözünde...
Sen hayatın sillesini yemiş, doğruyu yanlışı en iyi bilen, iyi ve kötüyü ayırt edebilen, körü körüne yaşamayan bu yüzden her hareketin tedbirini önceden alansın.
Sen akıllısın.
Sen zekisin.
Sen şeytansın(!) öyle mi?
Unuttun mu kadın olan benim! Lilith 'in kızıyım ben. Anladın mı şimdi saf olanın, masum olanın, temiz olanın kim olduğunu.. Şeytan olmaya uğraşma, lanetlenen benim çünkü tarih boyunca... Ben ölmem, ölümsüzüm ben! Korkma canım acımaz benim... Binlerce yıldır yeryüzündeyim. Bu sadece bir oyun benim sana oynadığım. "Muhtaç" olmak istedim, öyle görünmek istedim. Gücünü yüreğimde hissedebilmek istedim. Beni "Aciz" kendini "Zeki" gördün. Çünkü bunu da ben istedim... Üzgünüm aşkım! İstediklerimi yaşayacaksın... Asla sen olamayacaksın bu hayatta. Çünkü sen itiraf ettin içinde yaşayan benim... Benim seçtiklerimdir senin kaderin. Şimdi söyle gerçek bir şeytan görmeyi isteyecek kadar cesaretli misin? Bu sefer ezberbozan olmanı istiyorum, bir kere olsun risk alabilmenin hazzını yaşamanı istiyorum hayatta... Ama bunu senin seçimine bırakacağım bu kez. Benim gerçek yüzümle karşılaşmak için beni feda eder misin ?-

" "Melekler erkek olur" demişler. "Şeytan ise kadından çıkmadır" Doğruymuş. Şimdi anladım. Sen, melek yüzlüm...
Çok üşüyorum, ne olur yüreğimde yalnız bırakma beni..."

Perşembe, Eylül 16, 2010

Melekler Erkek Olur

2 hafta bekleyemeyeceğimi düşündüğüm için RadikalGenç'te yayınlanan yazımın linkini yayınlıyorum. İlk  yazımda çok heyecanlanmıştım sanırım ilk olduğu için... Bir de bu yazımda çok heyecanlıyım... Yorumlarınız benim için çok değerlidir.

http://www.radikalgenc.com/edebiyat/deneme-edebiyat/melekler-erkek-olur

Salı, Eylül 07, 2010

Karar verdim


Bundan sonraki hayatımın yüzde doksan dokuzunu akıllı olarak geçiricem. Kalan yüzde birlik halim arkadaşım, dostum, ailem, sevgilim, daimi aşklarım, yeni aşkım, eski aşkım, dıdısının dıdısı, kısaca herkese yetebilecek kadar etkili çünkü ;)

Perşembe, Eylül 02, 2010

Ne diyorum ben ya!!!

Uzun zamandır hissetmediğim duygu kıpırtılarının yeniden içimde biryerlerde yeşerdiğini farkedince anladım ki yazmaktan çok yaşamak istiyorum. Sanırım yazmam için içimde biryerlerde yalnız kalmam gerekiyormuş... Bunun üzerine soruyorum kendime; yalnız bir kadın olup başarılı yazılar yazmak mı :), AŞK mı???
Cevabını kendime saklamalıyım sanırım :) Kimsenin hayatına yön vermek istemem düşüncelerimle. Herkes kendi başına yaşayarak sorgulayarak öğrenmeli sorularının cevaplarını... Ve sonunda da diyebilmeli ki "Ben yaptım. Bilerek ve isteyerek. Herşeyin sorumlusu benim... Mutluluğumun, mutsuzluğumun veya başarımın, başarısızlığımın!" Ne olursa olsun sonucu ve ne şekilde olursa olsun içinde senin emeğin senin parmağın varsa yaptığın işlerin, yaşadığın duyguların insana büyük bir haz verir. Kimseyle paylaşmak zorunda olmadığın bir elmalı turtadır elinde kalanlar. Evet başarısız olduğunda başkalarını suçlamak içindeki yükü hafifletecektir bir süre için, ancak zamanı geldiğinde kat be kat daha başarısız daha mutsuz olacağın bir hayatın içinde olacaksın. Çünkü bazı şeylerin bütün sorumluluğunu almayarak kendine çıkartman gereken derslerden de mahrum bırakılacaksın... Aslında zamanında içinde bulunduğun durumda yaşadığın şeylerin farkına varamayacaksın. İşte bu yüzden kontrolü elinde tutmalı sorumluluklarını bilip kendine ders çıkarmalısın.


Evet farkındayım. Yazmak istediklerim uçuşmaya başladı gökyüzünde... Zaten sorunum da bu ya! Bütün yaratıcılığımı hayal gücümü yeteneğimi her konudaki herşeyimi kaybetmiş gibiyim. Kitap kurdu ben gazete bile okuyamaz oldum bu aralar... Üstelik dünyadaki bütün kitapları okumak gibi bir şansım varmı diye debelenirken bunun olması, ve güzel, masum aynı zamanda stresli kararsız ve belirsiz duygular nedeni ile ortaya cıkması hem mutlu ediyor beni, hem deli.
Bilemiyorum neler getireceğini hayatın bana... Bilsem de neye yarar ki? Her türlü yaşamak için canımı ortaya koyarım ben. Mutsuz olacağımı biliyorum diye vazgeçmem, vazgeçemem! Çünkü her zaman bir mucize vardır diye düşünürüm... En kötü zamanda ortaya çıkar o mucize. Aslında hepimizin yaşamlarının normal seyrinde de küçük mucizeler gerçekleşir ama biz onları görmezden gelip mucizeden saymadığımız için farkındalığımız körelmiştir onlara karşı. Ancak en çıkılmaz kuyularda kaldığımızda bir mucize olsun diye gökten kayan yıldızla beraber dilek tutmak gelir aklımıza... Yalan mı?

Şimdi birlikte düşünelim Sevgili(!) Günlük(:))


1. Olasılık; yaşadıkların hissettiklerin gerçek. Senin için de, içinde hissettiklerinin sahibi için de :) En güzel ihtimal bu gibi görünüyor değil mi? Bence okadar bodozlama dalmayalım en iyisini seçmeye. Adı üzerinde seçim yapacağız, ince eleyip sık dokuyacağız gerekirse günlerce kafa patlatacağız bunun üzerine...
Evet hissettiklerin gerçek ama gerçeklerinde bir gerçekleşme olasılığının olduğunu unutmamak gerekir... Herşey gerçek işte! Eeee sonuç?
Sonuç belli, imkansız! 'Zoru severim, imkansız zaman alır' alıntısını olasılıkların bir parçası olan insandan alır çöt diyede yazarım:)Çatla!



2. Olasılık; yaşadıkların hissettiklerin gerçek. Tek farkla; sadece senin için gerçek. O farkında bile değil.. Platoniksin işte! Var mı daha güzeli:) Dert yok tasa yok hiç bir şeyi bilerek yapmadığını kafanın içine yerleştirirsen mutlu mesut platonik belki de plutonik yaşarsın bir uzaylı edasıyla...


3. Olasılık; gerçek olan ne, hayal olan ne bilmiyorsun... Anlayamıyorsun o gördüklerin rüyamıydı... yoksa gerçekten yaşadın mı bütün bunları! Aşk var mı, yoksa rüyada mısın? gece ve gündüzün ayrımına varamayacak durumda mısın! Gece prensessin ama güneşin doğuşuyla beraber bal kabağına dönüşüyorsun! Uykuyla uyanıklık arasında ki evrede kalmış gibisin. Hayat üzerine bir karabasan gibi çökmüş, nefes almanı engelliyor adeta! Ne yapacağını, kime gideceğini, hatta gitsen bile kime ne diyeceğini bilmiyorsun. Dipsiz bir kuyuda gibisin ve dibe vurmak için can atıyorsun. Sonsuza kadar dibi boylamayı bekleyemezsin ya! Hele ki bu pis karabasan göğsünün üzerine oturmuş nefes alma şansını kısıtlarken! Bi anda uyanırsın ve gerçek hayata dönersin. Neye göre, kime göre gerçektir peki bu hayat! Bilemezsin... gece olduğunda aynı rüyayı -belkide kabus diye adlandırmalıyım bu sanrıyı ama bazı kısımlarında o kadar güzel şeyler hissediyorsundur ki rüya demekten kendini alamazsın- görüp göremeyeceğini bilemezsin! herşey o kadar güzeldir ki o mahlukat göğüs kafesine çöktüğünde, sadece nefes sıkıntısı çekmenin dışında, uyanmak istemezsin böyle bir düşten. O düş senin için dipsiz kuyuya yeniden düşüşün olacaktır. bilirsin ama umurunda olmaz... Rüya değil mi nasılsa! Uyanmayacak mıyım güneşin doğuşuyla! Yeniden monoton tekdüze ve o şeyleri hissettiren adamla henüz tanışmamış kadına dönüşmeyecek miyim? Belki yeniden gece olunca düşler ülkesinde onunla olacağım, kim bilebilir ki? Bu böyle devam edecek belki de ömrünün sonuna dek!!
İşte şizofreninin sana göz kırptığı noktadasındır şimdi. Ne bir adım geri, ne bir adım ileri kıpırdayamazsın. Hayatın netleşinceye kadar kaskatı kesilir vücudun! Hislerin bile donar o anda. Beklersin... Zamanın daha hızlı akmasını, yaraları daha derinleştirmesini, acı çekmeni sağlamasını dolayısıyla insan olduğunu sana hatırlatmasını beklersin...

Herneyse olasılıkları istersek arttırabiliriz. Ama bu kadarı bile hasta ruhlu bir kadının dönüşümüne yol açmadı mı Sevgili(!) Günlük(:))?
Hangisi karar ver artık! Gece mi, Gündüz mü? Erkek mi, Kadın mı? Hayal mi, gerçek mi?

Perşembe, Temmuz 22, 2010

Küçük Kızın Güncesi-2

Beklenen gün gelmişti... Konuşmalarından sonra koskoca 32 saat kalmıştı büyük buluşmaya. Ve o 32 saat geçmişti işte. Birazdan caddenin karşısına parkettiği arabasından inip yanına gelmek için ışıkların yanmasını bekleyen Patty göründü. Çılgınca atan kalbinin yerinden fırlayıp yolun ortasına düşeceğini sandı bir an için Nastenka, tuttu kalbini, onu yarı yolda bırakıp gitmesine izin vermekten korkar gibi...

Nastenka durduğu yerden ne bir adım ileri ne de geri gidebiliyordu, öylece bekliyordu yüreğinin kara sevdalısına sarılabilmek için.
" İşte!" dedi. " Geliyor." Kendi kendine konuşmaya başlamıştı heyecandan ne yaptığını biliyor muydu sanki!
" Küçüğümmm! Nasty'm benim!" dedi Patty ve belinden öyle bir güçle kavradı ki Nastenka'sını kucaklayıp etrafında döndürdü.
O an zaman dursun istedi ikiside, dile getiremeseler bile aynı şeyi istediklerini biliyordu Nastenka.
İri deniz yeşili boncuk gözlerinden, minik burnundan, yanaklarından öptü Nastenka'yı.
" Çok özledim seni " diyordu Patty. Nastenka konuşamıyor, sadece sarılıyordu. Söz geçiremediği yüreğinin yerinden çıkıp Patty'nin bedenine geçmesini bekler gibi...
" Bende " diyebildi sonunda Nasty, "Bende seni çok özledim! "

Nereye gideceklerini, neler yapacaklarını hatta ne içeceklerini bile düşünmüştü Patty, her zaman ki gibi planlarını yapmış Nasty'nin ne isteyebileceğini düşünmüştü. Eskiden de böyle değil miydi zaten, o yüzden sevdikleri halde birbirlerini, ayırmamışlar mıydı yollarını farklı, uzak şehirlere doğru... Canının acısına dayanamayıp, Patty'siyle beraber yürüdükleri yolların, oturdukları bankların ona verdiği ve asla son bulmayacak işkenceden kurtulmak uğruna sevdikleriyle beraber doğup büyüdüğü yerleri terketmemiş miydi... İzini kaybettiren yine o değil miydi? Ne oldu ki, neden yaptı bunları! İşte yine aynı şehirde, eskisinden de tutkulu bir aşkla sarılıyorlardı birbirlerine!

Tabii ki tek sebebi bu değildi ayrılığın, aralarında ki o aşk, birbirlerini incitmelerine sebep oluyordu. Aşkları uğruna birbirlerinin canlarını öylesine büyük bir acıyla yakıyorlardı ki, hastalıklı bir boyuta dönüşmüştü sevgileri. Evet verilebilecek en doğru karardı ayrılık! Ama asla kesin bir kurtuluş olamadı. Hiç bitmedi yüreklerde ki kara sevda. Patty'nin hayatına giren kadınlar, gözlerindeki Nastenka'yı gördüklerinde sessizce çekip gittiler hayatından... Kendilerince saygı duydular. Nastenka ise kimseye açmadı kalbinin kapılarını, yapamadı. Ne yüreği kaldırdı bir başkasını, ne de midesi! Patty'nin "Pürüz" diye adlandırdığı kadınlarda sevdiğini unutmak için tek geceden öteye gitmeyen, ve gerçekte de devam etmesine izin vermediği birkaç saatlik ilişkilerin kurbanlarıydı sadece zaten...

İşte unutamadığı ve son nefesinde bile adını haykırmak istediği, "Küçüğüm" dediği Nasty'sine kavuşmuştu yeniden. Kollarının arasından kayıp gitmesine bu sefer izin vermeyecekti! Bu kez o boşluğu kaldırabilecek gücü yoktu yüreğinin.

Minik bir piknik sepeti saklamıştı arabasına Patrick.
" Her zaman ki cennetimize gidiyoruz küçüğüm. " dedi. Kimsenin bilmediği deniz kenarındaki o cennete gideceklerdi. İlk kez birbirlerini öptükleri, ilk defa birbirlerinin oldukları yere...
Nastenka gülümsedi. Önce sevindi ama bir anda dudaklarında ki gülümseme acı dolu bir hatıralarını anımsamasıyla birlikte korkuya dönüştü! Çünkü orası aynı zamanda ilk defa aşklarının büyük acılara dönüştüğü cehennemdi. Birbirlerini suçladıkları, Patrick'i körkütük sarhoş bir halde bir başka kadınla görüp yüreğinin acısıyla kalbinin atışına son vermeye kalkıştığı cehennem!
Patrick Nastenka'nın dudaklarından gözlerine yansıyan korku dolu bakışlarını gördüğünde " Korkma küçüğüm, artık eski Pat yok, ve sadece bir şişe şarabımız var" diyerek onu rahatlattı.

Birlikte arabaya yürüdüler, Patty Nastenka'sının kapısını açtı, ve yola koyuldular. 1 saat süren yolculuk boyunca Nastenka neredeyse hiç konuşmadı. Patrick ise bunca zaman boyunca neler yaptığını anlatıp duruyordu. Ve işte cennetlerine gelmişlerdi bile... Hiç değişmemişti, bıraktıkları gibi duruyordu. Böyle bir yeri kimsenin keşfedememiş olmasına sevinirken aynı zamanda şaşırıyorlardı. Nasty huzur veren dalgaların sesini duyar duymaz her zaman olduğu gibi yine sanki ilk defa geliyormuşçasına büyülenmişti. Yeşilin binbir tonunu barındıran orman, muhteşem güzellikte olan ıhlamur ağaçlarının etrafa yaydığı sarhoş edici kokusu ve sanki onları yeniden görmenin coşkusuyla kabaran deniz dalgalarını kayalara vurup zerreciklerini onlara doğru savurarak merhaba diyordu.



Patty arabadan indirdiği piknik sepetinin içindekileri çıkartırken Nasty yanına gitti. Aslında bir nev'i kendini denemek istemişti Nasty. Patty'e karşı duygularını kontrol edebilecek miydi? Ya Pat, o buna izin verecek miydi sanki!

Nasty önceki günden beri heyecandan birşey yiyemediği halde aç hissetmiyordu. Ama birşeyler yemesi gerektiğini ayağa kalkıp başı dönünce farketti. Patty küçük eski sevgilisinin solgun yüzüne endişeli bir şekilde baktı,
" İyi görünmüyorsun küçüğüm, neyin var? "
" Hiç, Hiç birşey. Cennetimizin başdöndürücü havasından etkilendim sanırım" derken gülümsüyordu Nasty. Şarabı açarken Patrick'in ellerinin titremesine takıldı gözleri. Üşüyor muydu, heyecandan mı titriyordu yoksa... Birsüre ince, düzgün kemikli ellerine bakakaldı Nasty. Pat kadehi ona doğru uzatırken farketti Nasty'nin bakışlarını ve hemen açıklama yapma gereği duydu.
" Çok fazla kahve tüketmeye başladım ve son zamanlarda vücudumda depolanan aşırı kafein ellerimin titremesine sebep oluyormuş. Bu aralar kafeinsiz kahve favorim ama burada senin ay yüzüne bakarak şarap içmenin verdiği zevki başka hiç birşeyde bulamadım. "

Patty bunları söylerken Nastenka gözlerinde kaybolmuştu bile Patty'nin. Evet artık emindi Nasty. Ancak onun yanındayken nefes alabiliyor, onsuz geçen günlerde, gecelerde göğsündeki acıyla uyanıyor, nefessiz kalıyordu.

Şimdi hissettiği huzurun, mutluluğun sonsuza dek burada, cennetlerinde ve bu şekilde sürmesini diledi gerçek olamayacak kadar uçuk bir hayal olduğunu bilmesine rağmen. Kimbilir belki bir sihir olurdu. Evet doğru kelime buydu işte hayatında şimdi burada bir sihir olsun istiyordu... İki gün önce olan da böyle bir şey değil miydi zaten?

Şaraplarını yudumlarken ikiside suskundu. Sanki ikisi birden sözleşmiş, o mükemmel anı mahfetmemek için tek kelime etmiyorlardı. Ağaçların hışırtısı, ruzgarın uğultusu dalgaların kayalıkları döverken çıkarttığı sesle mükemmel bir ahenk içinde serenad yapıyordu adeta. Nasty gözlerini kapattı bir an için. Belki de ona öyle bir anlık gibi gelmişti... Gözlerini açtığında birşeyler değişmiş gibiydi. Sanki etrafını camdan bir küre kaplamış yanı başında Patty sevdalısının dizlerinde uyuyordu. Hayır ama bir saniye önce karşımdaydı nasıl olur bu diye düşünürken farketti. Sihir! İşe yaramıştı. İstediği şey olmuştu işte zaman durmuş, oraya hapsolmuşlardı.

Şimdi asıl sorun özgürlüktü...

Çarşamba, Temmuz 14, 2010

bir kuple sonsuzluk


Uyursam son mu bulur aydınlığım?

Ya güneş?

Bir daha doğmaz mı yoksa?

Bir daha çekemez miyim kokusunu içime ortancaların?

Ben ben olmaz mıyım bir daha!

Ya sen, sen de gelir misin benimle, kalır mısın ebedi huzurda söyle!

Yoksa yalancı güneşe mi aldanırsın,
 
Kısa bir an sonra gözyaşlarıyla yüklü, karanlık, acı dolu bulutların yalancı güneşini kapatacağını, bir başına kalacağını bile bile...

Çarşamba, Temmuz 07, 2010

Bir Küçük Kızın Güncesi-1


          Gecenin bir yarısı hıçkıra hıçkıra ağlayarak uyandı aniden. Nedeni belli, umudu yoktu... Rüya bile görmemişti gözleri, ama biliyordu gözyaşlarının neden, nereye ve kime doğru aktığını... Doğruldu hıçkırıklarının arasında boğulmamak için ve isyan etti tanrıya; "Madem onu bana getiremiyorsun, o zaman yüreğimden sök al!" Gözyaşlarıyla beraber, hıçkırıklarına boğularak yorgun düştü, kapandı gözleri saatler sonra...

         Uyandığında ağlamaktan şişmiş kızarmış gözleriyle gerçek ve acı bir güne daha başlamıştı. İstisnasız gülen gözleri ışığını kaybetmişti işte! Dostlarının arasına karışıp her şeyi unutmak isteyen kalbine söz geçiremiyordu, mutsuzluğu ruhundan bedenine yayılmıştı bile... Sebebini soranlara cevap bile verecek güç yoktu dudaklarında, en sevdikleri, her daim yanında olan, enerjisiyle hayatlarına neşe katan Nastenka'larının mutsuzluğunun sebebini anlayamayan arkadaşları bir türlü güldüremiyordu artık boncuk gözlerini. Günün bitmesini sabırsızlıkla beklerken telefonuna bakan Nastenka bilmediği bir numaranın onu aramış olduğunu gördü ve hissetti O'ydu, O olmalıydı... O'da hissetmişti işte güzel gözlü sevdiğinin canının yandığını, O'na ihtiyacı olduğunu... Ama ulaşamamıştı. 
Sabah olduğunda bir gün önce cevaplayamadığı numarayı arayıp telefonun diğer ucundaki sese "Patrick'le görüşebilir miyim?" dedi orada yaşadığına emin bir ses tonuyla! Doğruydu işte! "Bir saniye lütfen" dedi telefondaki ses, "Abiii!" Patrick'e seslenen erkek kardeşi Jack'ti. Nastenka'nın kalp atışları tam bir bando takımı edasıyla ortalığı inletiyordu. 
- "Alo!"
- "Patty, sensin!" cıvıldıyordu sesi Nastenka'nın.
- "Hey Nasty!" 
Minik bir serçe gibi titreyen yüreği yerinden çıkacak gibiydi. Patty anladı "Nasılsın küçüğüm?" O'na "küçüğüm derdi eskiden beri. İşte yine aynı sözcükle hitap ediyordu "KÜÇÜĞÜM!"
- "Heyecanlıyım, bilmediğim bir numarayı arayıp seni istedim ve karşımdasın! İnanamıyorum sen olduğuna."
- "Senin ne kadar akıllı ve cesur bir kız olduğunu hep biliyordum, şimdi neden inanamıyorsun buna?"
Nastenka anlattı bir önceki gece yaşadıklarını, tabii ki sadece bir kısmını, sebebini söylemeden toparladı cümlesini...
- "Saçmalıyorum her neyse" dedi
- "Seni seviyorum, senin saçmalamalarını seviyorum ben!" dedi Patty.
- "Sanırım seni özledim, sebebi bu. Ve sen sanki bunu hissettin." ağzından çıkanlara inanamıyordu Nastenka. Özledim demişti!
- "Kalp kalbe karşıdır" diyordu karşısındaki ses! "KALP KALBE KARŞIDIR!"
- "Seni görmek istiyorum Nasty, yarın gelebilir miyim?"
İnanamıyor, anlamaya çalışıyordu söylenenleri! Duraksadı;
- "Beni görmek mi istiyorsun!"
İşte! Sonunda istediğini veriyordu Tanrı! O kadar içten yalvarmıştı ki, Tanrı bile dayanamamıştı küçük kızının üzüntüsüne, karşı koyamamıştı çırpınan yüreğindeki engel tanımayan sevgiye...
Ertesi gün için sözleştiler. Telefonu kaparken O'nu ne kadar büyük bir aşkla sevdiğini bir kez daha haykırıyordu dünyaya...
Artık hiç birşey önemli değildi. Çok sevdiği Patrick duymuştu onun haykırışlarını, tesadüf ya da gerçek, hissetmişti işte! Gerisi hikaye...


Çarşamba, Haziran 30, 2010

Not Defteri

Düşündükçe hatırlıyor geçmişi insan…

Ama en çok o satır aralarına sıkışmış acı hatıraların sızısı hissediliyor yüreklerde.

Hem konduramıyorsun umutlarına,

Hem de kalbindeki ağrıya rağmen isyan etmeye kalkışıyorsun.

Artık O saf, temiz kalpli küçük kız değilsindir…

Belki de duygularının ve kalbinin sesine kulak vermeyeli uzun zaman olmuştur.

Çünkü sürprizlere karşı eskisi gibi hazırlıklı değilsindir.

Acılara ve hayal kırıklıklarına göğüs germekten artık karşı koyacak gücün kalmamıştır hiç bir şeye…

Geçmişinin tozlu yollarına dönebilme umudunla karşı karşıya tek kişilik bir savaşın içindesindir artık!

“Sabret! Biraz daha dayan!” diyenlere kulaklarını tıkamış,

Denizin derinliklerinde kaybolmayı bekliyorsundur,

Yeni baştan yaratılabilmeyi.

Defterlerinde satır aralarına sıkıştırdığın ve şimdi temize çekmeye çalıştığın önemsiz notların gibi…



Pazar, Haziran 27, 2010

Nefes Alabilmek...



Gözünü karartmak ve yeniden başlamak hayata... İşte bütün mesele bu! Yaptıklarının, yaşadıklarının sana hiç bir şey katmadığını bile bile, yaşamaya ve üretmeye çalışmaya sıkı sıkıya bağlanabiliyorsan hayatta, asıl o zaman korkuyorsundur...  Sırtına çökmüş, senin için büyük, başkaları için minicik yüklerden kurtulamadıkça hiç bir şey yapamayacağını zannediyorsan -benim gibi- bir "tık" ötende ki, ya da bir telefon görüşmesi kadar yakınındaki yeni hayata başlayamıyor, istediklerinle yaptıkların örtüşmüyor, ve hatta artık yavaş yavaş üretmek istediklerinin isimleri birbirine girmeye, ve beyninin içinde birbirine tam anlamıyla zıt kutupların birbirine açtığı savaşın ortasında delik deşik olmamak için kendi kalkanını bulmaya ve kendini korumaya çalışıyorsan, işte o zaman yaşlanıyorsun demektir... Ve artık nefes alamayacak kadar küçük bir alanın içinde hapsolmuş hissediyorsan, buhranların en sessizini yaşıyorsan damarlarından akan "deli" kana rağmen, işte o zaman yok olmanın sınırlarında bıçağın sırtında, üstelik keskin olan tarafında dolaşmaya başladın demektir. İki yol var önünde işte! Bu yolları çok rahat görebiliyor olmalısın... Birini seçmen, kararsızlıklarına rağmen, doğru yolu bulman gerekiyor... Ya risk alıp hayatını yaşayacaksın, ya da kolaya kaçıp, bütün ömrün boyunca mutsuzluğuna ağlayacaksın! Ben en azından bir tek şeye karar verdim; huzur dolu mavi bir nefes almak istediğime. Sıra seçim yapma cesaretini gösterebilmekte...

Çarşamba, Haziran 23, 2010

Yüreğim Seni Çok Sevdi - 2

"Yüreğim seni çok sevdi!
o yürek talan,
o yürek yangın yeri
o yürek seni istiyor
bir tek seni!"

Evet 5 gün önce veda ettim kitabıma gözyaşları içinde... Onun hakkında yazabilecek kıvama yeni gelmiş gibi hissederken, bir de baktım ki söyleyebilecek hiç birşeyim yok! Çünkü okumamışım kitabı! Resmen yaşamışım satırlardaki hüznü, acıyı, aşkı... Bu hüzün ki omuzlarıma binmiş kamburlaştırmış bedenimi... Sayfalarımı her çevirişimde acı sürprizlerle merhaba dedi bana rol arkadaşlarım! Aslı'nın Murat'a olan aşkı mıydı cesaret gerektiren, yoksa Murat'ın kördüğüm olmuş bağlılığı mıydı Aslı'ya cesur olması gerektiğini gösteren... Kendinizi bürüdüğünüz karaktere göre faklı cevaplar verilebilecek sorular aslında bunlar! Kim olmak istediğiniz, nerede olmak istediğiniz ve kimlerden veya nelerden kaçmaya çalıştığınızla ilgili bir durum belki de...

Kitapla ilgili son sözlerimi yazmak için aslında bayağı bekledim... Başladım, hislerimi kaydettim ve kapattım, sonra yeniden kaldığım yerden devam ettim düşüncelerimle beraber, kaydettim... Tekrar, tekrar ve tekrar! Ve şimdi yüreğime, beynime ve belki de hayatıma kazımış olduğu izlerle noktalama zamanı geldi diye düşünüyorum...

Yüreğimin çok sevdiklerine, ve yüreği çok sevenlere...

Cuma, Haziran 11, 2010

Yüreğim Seni Çok Sevdi

3 gün önce başlayıp inanılmaz bir akıcılıkla neredeyse bitirmek üzere olduğum bir kitaptan bahsetmek istiyorum. Aslında oldum olası bunun gibi kapağından direk aşk-meşk, romantizm, duygusallık fışkıran kitaplardan hoşlanmazdım... Daha çok macera, psikoloji, polisiye, tarih, fantastik kitaplar okumayı yeğlerdim. bu kitabıda aldığım bir kaç fantastik kitabın arasında kaynatmış almışım işte!
İYİ Kİ ALMIŞIM...
Beni yepyeni bir dille tanıştırdı Canan TAN... Kitabın daha en başında hissetmiştim aslında başıma gelecekleri... Hissetmiştim benim yaşadıklarımdan da bir parça barındıracağını...
Ama bu kadarını değil!

Her neyse konuyu dağıtmadan YÜREĞİM SENİ ÇOK SEVDİ'ye geri dönmeliyim. Okurken gözyaşlarıma, dudaklarımın kenarındaki tebessüme, görülen yerlerin heyecanına, hissedilen kokuları yaşamaya karşı koyamıyorum... Farkettimki ben bir kitap okurken ya da bir film izlerken kendimi çok fazla kaptırıp orada buluyorum kendimi... Orada bütün anlatılanları yaşıyormuşum gibi bir kurgu oluşuyor bende... Bazen gerçek hayatla hayalgücümün getirilerini karıştırdığım dahi oluyor. Belki de beni bunları hissettirmeye itecek olan kitapları, filmleri özenle seçiyorumdur, gösterdiğim özenin farkında bile olmadan.... Kitapta asıl dikkat çekmek istenen şey; fedakarlığın aslında ne olduğu... Bencillikle arasındaki büyük fark... Ve tabi ki "Aşk" uğruna göze alınanlar ve alınamayanlar...
Yazarın anlatımı çok yalın, temiz ve akıcı... Hiç sıkmıyor okuyucuyu, hatta öyle ki, en küçük bir fırsatta bile iki sayfa daha okumak için kendinize ket vuramayacağınız bir kitap. Dolayısıyla aslında hiç bitmesini istemeyeceğiniz ve aynı zamanda an be an kahramanların hayatlarındaki gelişmeleri öğrenmek isteyeceğiniz, hatta kimseye itiraf etmeseniz bile dayanamayıp son sayfada ufacık bir göz gezdirme yapmaktan kendiniz alamayacağınız bir kitap. Kitabı henüz bitirmemiş olmama rağmen yürekleri birbirini çok seven iki kişi hakkında hissettiklerimi paylaşmak istedim... Gözyaşlarımı sözcüklerime dökerek ağlama yöntemimi değiştirmek istedim.

Kitabın içinde ki minik sürprizlerden bazıları;

"Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey
Dünyanın en güzel sesinden en güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey
Fakat artık ümit yetmiyor bana
Ben şarkı dinlemek değil
Şarkıyı söylemek istiyorum"

                               Nazım Hikmet

"Çekilmez bir adam oldum yine:
Uykusuz, aksi, nalet
Yine her sefer ki gibi haksızım
Sebep yok,
Olması da imkansız.
Bu yaptığım iş ayıp,
rezalet.
Fakat elimde değil
Seni kıskanıyorum
Beni affet..."

                         Nazım Hikmet

P.S: Kitap bittiğinde bana hissettirdikleri de çok yakında :)

Perşembe, Haziran 03, 2010

Maske-SİZ-

Etrafımdaki kadın - erkek kime bakarsam bakayım çoğunda aynı şeyi görüyorum... Üzerini kendilerince en uygun renklere boyadıkları bir maske, bir peruk, bir pelerin, bir potin ya da bütün çıplaklığıyla kendini ortaya atmış gibi görünen ama dikkatlice bakıldığında onunda aslında bir kostüm olduğunu farkedebileceğiniz fazlalık denebilecek cinsten katmanların arkasında hayatlarını sürdürüyorlar...


Asla tüm çıplaklıklarıyla dolaşamıyorlar, korku olsa gerek bunun sebebi, kendilerini koruma içgüdüsü belki... Yalanlarına inananlarla bir hayat kurup onun içinde dönüp duruyor ve bu hayatta hissettikleri mutluluğu başka türlü yakalayamayacaklarına dair yeminler ediyorlar...

Birde bunların dışında, baktığınızda kalplerini görebileceğiniz insanlar biliyorum. Baktığımda gözlerine yüreklerinden ne kadar büyük parçalar kopmuş olduğunu görebiliyorum...Kalplerinden koparılanların yerine farklı boyutlarda, irili ufaklı parçalar yerleştirilmeye çalışıldığı için ne kadar eski görünen, aslında dünyanın en güzel, en anlamlı ve en yaşanmış kalplerini taşıyan dostlarım onlar benim, herkesin en az bir adet edinmesi gereken türden...


Hepsi ayrı ayrı hayatımı renklendiriyor. Herbiri farklı renklerde, farklı yoğunluklarda boyalar püskürtüyor duvarlarıma! Bazen mavi, bazen kırmızı, çoğu zaman turuncu, siyahta oluyor, beyazda... Hepsi farklı bir renk katıyor hayatıma dedim ya! Ama o boyalar katmanlaşmıyor duvarımda, anılaşıyor... Çünkü herbiri okadar gerçek ki, sahte aşklar, yalan dostluklar yaşamamışlar! En azından işin hileli tarafına geçmemişler hiç... Gerçekler! Gerçek oldukları kadar hayalperest ve beklentileri uçuk insanlar onlar... Hayalleri yıkıldıkça daha fazla kırılıp, daha fazla yalnızlığa gömülmelerinden korkuyorum. İyi ki birbirimizin hayatlarındayız yoksa nasıl katlanırdık bunca yalan dolana, ucuz ve sahtekar yaşamlara ?

Bazen düşünüyorumda, aşkı tek boyutlu kabul etmemek gerek. İnsan arkadaşlarına da aşık olabiliyor çünkü... Kıskançlık krizlerine girip ortalığı ayağa kaldırabiliyor arkadaşları için...

O kadar çok beklentimiz var ki hayattan artık birbirimize benzemeye başlar olduk... Düşüncelerimiz farklı alemlerden gelip hep "O" noktada kesişmeye başladı...

Her defasında "keşke senin gibisini bulabilsem" tarzında konuşmalara daha sık rastlar oldum. O kadar çok ve O kadar uçuk hayallerimiz doğmaya başladı ki içimizden, böyle bir atölyemiz olsa -HAYAL ATÖLYESİ- olsa adı da- zengin olurduk... Ama yine de aynı yalnızlıkla boğuşuyor olmayacağımızı kimse garanti edemez...

Benim en canlı, zaman zaman da en can yakıcı renklerim olup hayatıma heyecan ve mutluluk, e az biraz da umut kattığınız için, sizin için bu yazı...

Küçük..


Küçük, küçücük bir yerde, sahip olabileceğim ve huzur bulabileceğim kadar küçük dünyamda hayallerimle büyüyebilmek isterdim...
Canım acımazdı değil mi o zaman?
Sahilde çırpınan dalgaların nasıl oluştuğunun, nereden geldiğinin, nasıl coşkuyla kayalıklara çarptığının, kuşların nasıl uçabildiğinin, balıkların nasıl suyun altında kalabildiğinin, ağaçların hiç sıkılmadan nasıl yüzyıllarca aynı ilk doğdukları yerde durabildiklerinin bile açıklamasını merak edemediğim, merak etsem bile açıklayamadığım sorularım kadar küçük olan dünyamda, küçük hayallerimle nefes alabilseydim...
İşte o zaman gördüklerim kadar küçük olurdu yaşadıklarım.
Hissettiklerim değil ama!
Umutlarım...

Gerçekleşmesi için büyük çabalar sarfetmek zorunda bırakıldığım bu koskocaman dünya yerine, o küçük dünyamda en basit bir şeyin bile beni mutlu etmeye yetecek olduğu yerde, küçük bir meyva bahçesinin tam ortasındaki, mis gibi deniz kokusunun esir aldığı ağaç evimde bir hayat...
Benim hayatım, benim dünyam deniziyle, rüzgarıyla, ağaçların hışırtısıyla, acı-tatlı herşeyiyle bana ait!
Yüreğim hiç yanmaz değil mi orda olsam?
Sazlıkların arasından dünyayı ortadan ikiye yarıyormuşçasına geçsem, anadan üryan serin sulara bıraksaydım kendimi, erirdi bütün korkularım, acılarım kaybolup giderdi ve ben o hissin doruğuna varıp herşeyi unuturdum değil mi?
Gördüklerim, yaşadıklarım ve hissettiklerim bana yeterdi,
Yeterdi değil mi?
Her bir boyuttan, ayrı ayrı, farklı bakış açılarıyla bakmam gerekmezdi değil mi bütün bunlara?
Hem zaten bakamazdım ki, bilemezdim bakmayı...
Hiç öğrenmemiş, hiç yaşamamış olurdum büyük umutları, hayal kırıklıklarımı...
Gördüğüm kadar olurdu sadece dünyam, küçücük olurdu,
Ve sadece benim olurdu...

Çarşamba, Mayıs 19, 2010

Her Son Yeni Bir Başlangıç...


Zamanın eli değdi bize
Çoktan değişti her şey...
Aynı değiliz ikimizde
Zaaflarıma bir gece hatalarıma bir nilüfer
Sevgisizliğime bir kalp verdim!
Artık geri ver!
Geri veremezsin aldıklarını...
Artık geri ver!
Geri verilmez hiçbir yanılgı...
Yokluğuna emanet etsen de benden kalanları
Her şeyi al.
Bana beni geri ver, bir şansım olsun
Başka yer, başka zaman
SENSİZ ÖMRÜM OLSUN!

Piiz'den dinlemiştim ilk bu şarkıyı… Eskişehirli çok sağlam bir grup hatta onları sevmemin sebebidir bu şarkı, bu sözler... Sonra bir de baktım Zeynep Casalini söylüyor...

Aslında ilk dinlediğimde kim geldi aklıma, ben kimdim hatırlamıyorum... Şimdi de bunları bilmiyorum bugünkü şartlarda olmama rağmen...

Her son belki umuttu, belki de bir umut daha son buluyordu hayatta... Yaşlandığımı hissediyorum. Konuşmalarımdan anlayabilirsiniz bu duygumu. "Duygu" mu dedi birisi? Duygularımı aldırmış gibi hissetmemde bu yüzden mi hayatta? Robot gibi yaşamak nasıl bir şey bilen var mı? Sanki bunları dünyada bir tek ben yaşıyormuşum gibi konustuğumu düşünüyorsunuz değil mi? Karşıma geçip insanlar bu şekilde yakındılarsa bana, şimdi bunları söylemem benim hatam oldu değil mi ya da düşüncesizliğim, kabahatim ? Çünkü bu benim hayatım, çünkü bunlar benim yanlışlarım… Kimseyi suçlayamam yaptıklarımdan yaşadıklarımdan ötürü… Her şeyi bilerek, üstelik yanlış olduğunu da bilerek yapacağı şeyin, atacağı adımın yine de bunu yapan var mı aranızda? Ama büyük düşünün ufak tefek şeylerden bahsetmiyorum hayatınızı etkileyecek, sizi dibe vuracak, sarsıntıların en şiddetlisini midenizde hissettirecek ve bunların sonunda hiç olduğunuzu fark ettirecek kadar derin ve büyük adımlardan bahsediyorum...

Ben yaptım, yapıyorum hatta şuan bu durumun içindeyim… İlerleyen yaşıma rağmen...J

Ama toparlayacağım her şeyi atıp bi kenara yeniden başlayacağım hayata kaldığım yerden değil! Yeniden başlayacağım...

Bunu söylememde etkili olan başka bir şarkı daha keşfettim... Belki de hayatımı şarkılarla yönetiyorum, şarkılarda buluyorum kendimi... En azından buluyorum küçük rutubetli bir delik bulup hapsetmiyorum ruhumu sizler gibi...

Eğer sensen, tekilimsen,
beni çoka eriştirensen,
ama yine, yine de gideceksen,
git; her şeyde bir hayır vardır..

eğer bensem kadınımsan,
beni suyla buluşturansan,
ama yine, yine de gideceksem,
muhakkak bir sebebim vardır.

eğer bizsek o,
bi´ gün yine kavuşacağız, korkma..
belki daha bile mutlu olacağız,
şükran duyacağız hayata...

(Sıla Gençoğlu) 

Evet beni yeniden umutlandıran şarkı işte budur! Hissettiklerimi ya da hissetmek istediklerimi kısacası beni benden iyi anlatandır. Şarkı olması mühim değil. Bir filmden küçük bir sahne, bir kitaptan altta kalmış bir dipnot, bir fotoğraf karesi ya da o karenin içinde hepinize önemsiz gelen bir ayrıntı aramızdan birinin hayatına ışık olabiliyormuş demek ki. Bu da benim ışığım olsun... Karışmayın ışığıma! Kendi hayatlarınızı bulun! Rahat bırakın beni ve içimdeki diğer kadınları... Saçmalamak istediğimde küçümsemeyin. En azından bazılarınız gibi korkarak yaşamaktansa yanlış olduğunu bildiğim kararları isteyerek veriyorum hayatıma dair... Dibi boylayacağımı bile bile... Bile bile her şeyin biteceğini ama yeniden başlama ihtimaline inanarak... Çünkü her şeyin "muhakkak bir sebebi vardır" diyor yukarıda...
(13.10.2009)

Pazartesi, Mayıs 17, 2010

Kahve AŞKtır, Aşk SANAT!

Tanrı iyice yorgun düşmüştü artık; "Bana şükürler olsun ki bugün cuma" dedi ve haftasonunu yarattı. İyi bir fikirdi bu. (Michael Shermer)

Kafamın içinde "haydi artık geleceğin için birşeyler yap!" diye beynimi kemiren böceklerden kurtulmak istiyorum... Çünkü onlar böyle gürültü yaparken düşünemiyorum ki ben... İkilemler içinde gidip geliyor, kararsızlıklarımın içinde boğuluyorum çoğu zaman. Zihnimi açmak için kafein tüketimim had safhaya çıktı ama yine de ayılamıyorum işte! 1 günlük bir tatil istiyorum... Hatta ev hapsi, oda hapsi ve hatta yatak hapsi :) razıyım... içinde muhteşem aromasıyla beni alıp hayaller diyarıma götüren kahvemin de olduğu bir hapis...
Uyandığımda mis gibi deniz kokan bir yerde, tabii ki denize karşı, hafiften ılık bir rüzgar ve yüzümü ısıtan güneş eşliğinde kahvemi yudumluyor, aşkımı yaşıyor olamayacağımı bildiğimden yaşıyorum bu çelişkiyi...
Yarın birgün uyandığımda belki şuan olmak istediğim yer bana sıkıcı gelecek...
Zaman, mekan ve yer çelişkileri yaşıyorum içimde!
Herkes yaşar mı bunları bundan bile emin değilim.
Çok farklı pencerelerimiz var hayata baktığımız...
Normal olanı hangisi diye sorgulamaksa eğer ki hayat, tek bir yudumda gülümsemekse hayatın tadı,tadına varmak için içtiğin kahveyse aşk, aşk aslında hayat, hayat aslında sanattır...

Sanata yakınlık ya da uzaklık değildir yetenek, o yetenekle harekete geçen içindeki kıpırtıdır anlam, bu anlamda var olan yine aşk olmakla birlikte, aşk sadece "O" değildir!
Hiç her hangi bir kıyafete, takıya, küpeye bile aşık olan birini tanıdınız mı?
Küpesini kaybettiğinde içinden bir parça kopmuş gibi canı acıyan bir insan..Ben tanıdım..

Her sabah aynaya baktığımda yeniden tanışıyorum onunla..
Farklı bir kimlikle geçiyor karşıma çoğu zaman, zaten her defasında, yeniden, sanki ilk defaymış gibi tanışmamızın sebebi de bu değil mi?
Belki de istediklerimle yaptıklarımın birbiriyle örtüş(e)memesidir bu kimlik değişikliklerimin, dengesizliklerimin nedeni.. Asla herkesin istediği şeylerin aynılarını isteyemedim onlara sahip olduğumda mutlu olamayacağım ortadaydı çünkü...
Peki ne yapmalıyım? Hayatımı nasıl şekillendirmeliyim?
Yoksa akışına bırakıp rüzgarın yoğurmasına, yağmurun eritmesine ve güneşin pişirmesine izin mi vermeliyim... Asla olmayacak bu işte! Bu kadar koyvermiş bir şekilde yaşamadım ki ben hiç! Nasıl olduğunu bile bilmediğimden yine müdahale etmeden duramam kırılgan hayatıma... Ruhumu kirletmeden, heyecanlarımı yitirmeden bir çare bulmalı aşka. Ne olduğu değil önemli olan, nasıl olduğu dememişler miydi? Kahvenin verdiği mutluluk hissini yaşarken kafeine hiç farkettirmeden bağlanmak tesadüf olabilir mi? Ya da bir yanıt? Alt tarafı kahve diyenlerde var ona, hazırlarken içine ruhunu katıp, adeta bir sanat eseri edasında özenle karıştıran ve mükemmel kıvama getirenlerde... Davetkar kokusuna direnemediğiniz an onu hızlıca bitirmeye de kıyamayacağınız an kadar değerlidir nasıl olduğu... 
Hayatta böyle değil mi? Bir kahve kadar lezzetli, bazen acı, bazen şekerli...

Kendime güzel bir kahve daha yapmamın zamanı geldi sanırım... Sen de bir fincan dolusu sanat ister misin?

Salı, Mayıs 04, 2010

Veda


Güneşe isyan edebilir mi tek bir dal?
"Beni kuruttun!" diye... 
Rüzgara?
Ya Rüzgara küsebilir mi?
Tanelerini bedeninden koparttı diye,
O narin, kırılgan, eksilmiş buğday bedeni... 

Peki ya İnsan?
Geçmişi affedebilir mi?
Yoksa geçmiş, geçmiş midir artık?!
Son kez bir sigara yakıp bırakmak mıdır anlam, yoksa anlamlı olan asla o son sigarayı yakmamak mıdır?



Soru sordukça keşfediyor insan kendi kimliğini... Sordukça ve konustukça itiraf ediyor herşeyiyle hissettiklerini hayata...
Bazen "Asla!" dediklerim aklımı kurcalıyor...
Beynimi yiyiyor o minik kemirgenler ve "Asla!" lar "Acaba?" lara dönüşmeye başladığında "Aslında," diyorum "bana yapmak istediği buydu zaten bu dünyanın!
Çelişkiye düşürmek ve istediğini elde etmek...
Oldu işte!
Çeliştim yine kendimle!!!
Mutlu musun,
İçin rahat mı hadi söyle?!"

"Neden" diye sorarak başlıyorsan cümlelerine, nedenlerini asla öğrenemeyeceğin, daima belirsiz olarak yüreğinde taşıyacağın, belki o belirsizliklerle yaşamayı öğreneceğin, belki de durup durup isyan bayraklarını çekeceğin günler ufukta göründü demektir.

Önceleri senin içinde zaten cevap olarak yaşamını idame ettiren cümlelerin sorularıyla başlarsın böyle belirsizliklere...
Ardından o cevaplar karmaşası içinde bocalar, cevabını bildiğin, fakat hiç bir zaman başlığına bakmayı akıl edemediğin için, sorularını soramadıkların gelir ama yinede içinde bir yerlerde bildiklerinle yaşamaya devam edersin...
En sonunda da ne cevapların net olduğu ne de soruların var olduğu evreye geçersin, belirsizce!
"O" gün geldiğinde bildiklerini de kaybedersin, sevdiklerini de...

"Keşke!" dersin,
"Keşke bir ipek böceği olsaydım kozama kapansaydım saklansaydım..."
Keşke demene gerek yoktur aslında, çünkü oradasındır artık...
Mucizevi bir şekilde korunağındasındır, 
İşte! Gidiyorsun kendinden, sevdiklerinden...
Sessiz bir veda bu gidiş...
Sorusu hiç varolamayan cevaplarınla birlikte...

Perşembe, Nisan 15, 2010

GİTME...

Seni çocukluğumdan beri bana söylediğin ve hiç bir zaman anlamadığım şarkılarınla hatırlıyorum...
Beraber mutfağa girip  annemden gizli yaptığımız limonatalarla...
Ve yine annemden gizli gizli verdiğin çikolatalar şekerlemeler geliyor aklıma,
Çürüyen dişlerime rağmen bana kıyamadığın zamanlarda...
Gitme!

Saçlarımla oynayarak, sırtımı kaşıyarak uyutuşun beni...
Film izliyor gibiyim.
Başrolde Sen!
Yardımcı oyuncun ben...
Gitme!

Sol gözünün neden kapandığını asla anlayamadığım ya da anlatamadığın hikayelerini düşünüyorum tekrar tekrar...
Hala anlamlandıramıyorum...
Bekçi, bekçi düdüğü, gece
Yok, hayır birleşmiyor bir türlü.
Hadi uyan ve yeniden anlat bana bu masalını...
Ne olur anlatmadan terketme bizi,
Gitme!

Kız kardeşin Elmas'a beraber yazdığımız mektuplar öyle işlemişki beynime,
Her biri mıh gibi hafızama kazınmış, öyle dolaşıyor aklımın köşesinde...
"Birtanecik kardeşim Elmas,..." diye başlayıp,
"Hasretle gözlerinden öperim." diye bitirdiğimiz mektuplar...
Yine yazalım ne olur anane!
Gitme!

Her bayramın yegane cimcimesiydim, biliyorum senin en sevdiğindim...:)
Bayramlarda, artık benden küçük torunların olmasına ragmen, hala kolonya dökme görevimden emekli etmediğin için beni teşekkür ederim...
Bu en büyük kanıtıydı çünkü,
En önemli görev; en sevdiğine, en güvendiğine verilen görevdir...
Bir gün beni bırakıp gideceğini biliyorum...
Ama o gün bugun olmasın!
Hazır değilim çünkü sensiz hayata,
Sensiz bayramlara...
Gitme!

Bütün çocuklarını tek başına aynı çatı altında toplamak senin işin ananecim!
Senden başkası yapamaz bunu.
İşte bu yüzden,
Gitme!

Bu lanet hayata göğüs gerdin bir başına,
Ne kayıplar verdin, yıkılmadın...
Şimdi olmaz...
Gitme!


Kocaman ailenin hem anası hem babası oldun.
Benimse en yakın arkadaşım!
Şimdi,
Bir anda,
Bırakıp gidemezsin, izin vermiyorum!
Gitme!

İnsanın elinin kolunun bağlı olması, aciz olması en çok canımızı acıtan.
Hiç birşey yapamıyorum,
Elimden hiç birşey gelmiyor.
Oturup güzeller güzeli pamuk ellerinle başımı okşamanı beklemekten ve dua emekten başka!
Hiç birşey...
Gitme!

İki bacaklı şeytanım olacak daha, sana getireceğim, elini öpücek...
Gidemezsin hiç bir yere !
Gitme!

Ne yollardan geçtin sen!
Buna yenilemezsin...
Ne olur bırakma bizi!

Kanım çekiliyor düşünmek istemiyorum...
Tanrım!
Ananemi bize bağışla!
Yarın sabah gözlerini açmasını sağla...
Anane! duyuyorsun beni biliyorum,
Gitme!

Seni ziyaret edemediğim için üzgünüm son zamanlarda...
Affet beni...
Biraz önce o kapının ardındaydım ama içeri giremedim.
Şimdi döktüğüm gözyaşlarımın hiçbir anlamı yok biliyorum...
Yanında olabilsem şuan,
Koynuna sokulsam,
Saçlarımı okşasan...
Yine bebeğin olsam,
Yine uyutsan beni keşke...
Sabah seninle uyansam...
Gitme!

Ne olur uyan!
Aç gözlerini!
Çok zorlanıyorum nefes alırken...
Sensiz çok zor işte.
Gitme!

Avaz avaz susuyorum,
Gözyaşlarımı içime akıttıkça zehirleniyorum...
Çok soğuk!
Üşüyorum...
Sarıl bana,
Isıt içimi...
İhtiyacım var sana!
Gitme...

Çarşamba, Nisan 14, 2010

Üj Bej:)

Trakya insanını seviyorum...
Rahatlar, İstanbul'lular gibi aceleci değiller hiç!
Hele ki o keyifli konuşmalarıyla süslenmiş içki masaları...
İnsanın ömrüne ömür katıyor.
İstanbul çocuğuyum ben!
Koşuşturmaların, kaos ortamının göbeğinde büyümüş bir İstanbul kızı:)
Trakya'da çalışmaya başlayınca gördüm nasıl içten olduklarını...
Her gün, -çogu zaman daha güneş doğmadan- evimden çıkıp buraya geliyorum...
Neyse ki günler uzamaya başladı da güneşin pırıltılarına şahit olabildiğim iş günleri geldi...
Tek dertleri rakıyı açıp oğlağı çevirmek...
Yanında birde insanı kahkalara boğan, güldükçe karın doyuran rakı sofrası muhabbetleri varsa değmeğin keyiflerine.

"Cemre düştü. Üj bej haftaaa pikneee gidiveririz be ya! Takarız şişe çeviriveririz oğlağı. Aaaçtıkmıydı yanına da yaş üzüm rakımızı oooohh mis! Sen içebiliyon mu rakı? Ağır gelmesin, çarpmasın seni:) Sıkma tatlı canını, güneş açtı, uzanıverdinmiydi otlara bişeyciğin kalmaz a benim güzel kızım."

Çalıştığım şirketin en keyifli yanı, işte bu güzel, neşeli insanlarla sohbet edebilme şansı. Yoksa çekilir çile değil her sabah 5 buçukta sıcacık yatağından çıkıp yollara düşmek...

Salı, Nisan 13, 2010

MİS KOKULU PİS AŞKIM :)

Tam 5 yıl önceydi...
Hayatıma yeni kimliğinle girdiğin o gün!...
Evet! 
Tam 5 yıl önce bugün...
Ben O'nunla geldim seni karşılamaya,
Sen O'nu bırakıp geldin. 
Özlemiştim!
Öyle bir özlem ki bu, yüreğim çırpınıyor, heyecanımı farkettirmekten delicesine korkuyordum sana, O'na ve hatta en yakınlarıma...
21 yıldır aradığım sendin...
Hep vardın gibi, çünkü hep benimleydin...
İlk gördüğümde bile tanıyor gibiydim seni!
O merdivenlerde dikilmiş, kocaman ve içten bir gülümsemeyle "merhaba" derken...
Doğumumda bile yanımdaydın sanki!
İşte o kadar tanışığıydın yüreğimin...
Bir insanın ciğerini bilmek diye bir şey varsa, o sendin işte! 
Ben senin, sen benim ciğerlerimizin içini biliyorduk...
İkimizde aynı yanılgıya, karmaşıklığa düştük bundan tam 5 yıl önce...
Dosttuk, arkadaştık, sırdaştık...
Aşk olalım istedik!
Korktuk!
Riske attık öncemizi,
Sonra'mız olduk o an!
Karıştık...


Uyurken izledin beni,
Dünyanın en güzel hissiydin sen!
Uyandım, içimi ısıtan gözlerini gördüm,
Yaşadığım en deli aşktın sen!
Huzurdun, kıskançlıktın, mutluluktun, masumiyettin!
Çoğu zaman özlemdin...
Herşeye göğüs gerecek sevgiydin.
Bir gün!
Gitmek istedin.
En acısı da, onu bile benden istedin...

Farkettin mi ?
Hala gidemedin...

Ben, Sen, O!

Yaşanan, hissedilen, bazen inanılmaz bazen de basit gelen duygular vardır...
Kadınım,
Kadınsın,
Kadın!
Ya da Erkek!
Farketmez...
İnsan olmaktır önemli olan.
Ve insansan eğer çelişkilerin, karmaşıklıkların,
beynine veya kalbine ve hatta her ikisine birden hükmedemediğin bir hayatta yaşıyorsundur!
Bu senin.
Sana ait!
Sen yazarsın sana bahşedilen ömürlük defterini...
Bu zaman zaman senin özgeçmişindir; kullanır, kariyer yaparsın, zaman zaman da hayat hikayendir; oturup kitap yazarsın...
İçindeki herşey sana aittir. Senin el yazınla, silgi izinle, senin hissettiklerinle, yaşadığın sevinçler ve acılarla, elde ettiğin başarılar ve sayfalarına döktüğün gözyaşlarınla var olmuştur çünkü...
Hayır!
Artık hayır!
Kabul etmiyorum "Bu hayat bana dayatıldı, bu şekilde yaşamak zorundayım" zırvalarını!
Ne yaparsan yap, sen yapıyorsun ve ne söylersen söyle, sadece kendin için söylüyorsundur...
Dedim ya; İnsansan eğer yaşadıklarının sorumlusu sensin!
Ne ailene, ne arkadaşlarına, ne de Tanrıya yükleyemezsin sorumluluklarını...
Altında ezilmekse korkun ağır hayatlar yaşamayacaksın!
Üstesinden geliyorsa bedenin sorumluluklarını bilecek, sonuçlarına katlanacaksın!
Yaşamak ve söylemek istediğin çok fazla şey varsa, ve hepsinin birbirine karışmasından korkuyorsan benim gibi, sadece derin bir nefes alıp o "An"ı yaşa, daha fazla karmaşıklaştırma hayatını, benim yaptığım gibi...
Korkma!
Korkma sakın!
Bırak hayat senden korksun...
Artık benim dediğim gibi;
" Hey Dünya! Savun kendini. Ben geliyorum! Sırtım dik, yüzümde kocaman bir gülümse, mangal yüreğim ve minicik ellerimle...:) "

AşkıN Rengİ

Ne masallar anlattılar "AŞK"a dair,
Ve ne şarkılar yazıldı AŞK üstüne,
Kimi zaman Felsefik kimliğimizi kullandık AŞK'ı anlatmak için,
Kimi zaman Şairliğimizi...
Hepsi doğruydu,
Hepsi farklı!
Ve hepsi yanlıştı belkide...
Ama rahatlattı!
Kalbimizde, midemizde sıkışan sözcükleri dışarı vurmaktı bizi rahatlatan!

Hepimiz AŞK'ı farklı renklerde yaşadık.
Kimimiz şehvetin rengiyle KIRMIZIlara boyadı dünyayı,
Bir diğerimiz huzur buldu O'nun kollarında derin MAVİlikte,
PEMBEye bürünüp masum AŞK'ı yaşayanımızda oldu,
TURUNCUnun verdiği enerjiyle ruzgara karşı koşmaya, yer çekimine karşı uçmaya çalışanlarımızda...
Melankolik olduğu için MOR dünyaya terkedilenimizde oldu,
İlahi AŞK'a ulaşanımızda...

Sözün özü aşkı kelimelerle sınırlandıramadık!
Herkes, herşey farklı yaşadı AŞK'ı!
Farklı renklerde,
Farklı hayatlarda,
Farklı boyutlarda...

Pazartesi, Nisan 12, 2010

Bakış Açısı

Denizin mavi olduğunu söylediler bana,
"YEŞİL O!" dedim...

Israrla mavi olduğunu vurguladılar...
Çizdiğim,boyadığım resimlerde yeşile boyadığım denizler yüzünden eleştirildim çoğu zaman...

"DENİZ MAVİ" dediler!

Yeşildi o benim gördüğüm denizler, yeşildi hep!
Kırların bahçelerin yeşilinden daha başka bir yeşilin tonunu taşıyordu benim denizlerim...

Farkettim ki, ben hem dışından hem içinden bakmışım denizin rengine, onlarsa hep dışarıdan bakmışlar sonsuz maviliğime...
Gözlerine yapışan o yalancı gözlükmüş aslında onları yanıltan.

Empati kuramamışlar, ben kurdum!
Denizin yerine koydum kendimi.
İçine girdim, deniz oldum.
Adımın deniz, gözlerimin yeşil olduğunu hayal ettim...
Ben denizdim gözlerim yeşildi,
Çünkü benim rengim yeşildi...

Ertesi gün deniz kimliğimden sıyrılıp, insan oldum.
Uzaktan bakmayı denedim kendime...
İnanamadım!
Dışarıdan mavi göründüm, kandırdım kendimi -diğerlerini kandırdığım gibi...- açık kalmış, kapanmamış yaralarımı yakan tuzlarımı gizledim;
içimde yaşattığım
(farklı türlerden olusturduğum ekosistemimi) kişiliklerimi gizledim, o an "TAŞ" oldum, rengim değişti "GRİ" oldum, sıvıdan katıya döndüm "BUZ" oldum!, "RUHSUZ" oldum!

Göstermedim kalp kırıklıklarımı, beni asla bırakmayacağına dair binlerce söz veren deniz insanlarımı, binlercesini...
Gizledim.

Dışarıdan bakan kendime bile göstermedim, farkettirmedim...
Benim dışımdaki herkes verdiğim huzurun içimde doğduğunu, Dalgalanmalarımla taşıp onlara aktığını düşünsün istedim.

İçini göstermeyen insanlar gibi, çoğu zaman benim gibi,
Ve ben deniz gibi...

My LovelY ClimacteriC

Hayatın inanılmaz şekillerde değişmesine neden olan, bakış açılarımızı, hayat görüşümüzü değiştiren, dönüm noktası diye tabir ettiğimiz, anlar, insanlar, hayvanlar, olaylar vardır. Kimimizin hayatında bir, kimimizin hayatında birden fazladır dönüm noktası, ve herzaman için hep daha iyisi vardır. Yeni dönüm noktan herzaman eskisinden daha etkili olduğundan diğerlerinin papuçları damda sığınma haklarını kullanarak hayatlarına devam ederler. Belki de yeni bir aşka, yeni bir insanın hayatını değiştirmeye, cesaretleri yoktur. Onlarda da var işte kaybetme korkusu:)

Tam bir hafta önce bugün, belkide bu saatlerde, yeni dönüm noktamla tanıştım:) Acilen eskilerin yanına fırlattım bi öncekini... Miyadı dolmuş işte:)

Ne diyordum?
Yeni dönüm noktam evet!
Bir hafta önce bir şarkının sözlerini ararken ÇÖT! diye karşıma çıktı yeni dönüm noktam.

My lovely climacteric <3
(Tesadüfen) bulduğum bir kadının bloglarını okumaya başladım.
Hayatım değişti
.(Tamam şimdilik değişmese bile en azından değişmesi için net planlar yapmaya başladım:)
Hayatımda ilk kez "PLANLAR" yaptım. Gerçekleşmesi çok kolay olmayan, çok zorda olmayan "PLANLAR"ım:) Yeni çocuklarım onlar benim -ÇİLEK'imden sonra tabi ilk göz ağrımı asla dama atmam:):)- Sevgili ÇİLEK'imden başka bir blogumda bahsetmeliyim sanırım...)
Ve bir hafta önce içinde bulunduğum umutsuzluk ve çaresizlikten bir anda kurtuldum. Anladım ki hayal etmek değil insana güç veren, hayallerini planlamak!



Cuma, Nisan 09, 2010

Sadakat...


...Sesi olmayan bir ağzım olduğunu bilmiyordum. Sessizliğimin ne kadar yırtıcı olduğunu. Benim değildi o ses. Konuşan ben değildim. O yükselen alçalan, çözülen, fırıl fırıl dönen ve çıkış arayan haykırışlar benim olamazdı. Sözcükler yuvarlanıp yerlere düşüyordu ve ben nasıl olupta hep birlikte baş aşağı, aşağı, aşağı düştüğümüzü anlayamıyordum. Yeryüzünün neresinde bulunduğumu bilmiyordum...

İnci ARAL-Sadakat isimli romandan alıntıdır...

Kırmızı ciltli kitaplar hep ilgimi çekmiştir. Nedense içeriğinde acı dolu bir sesle yükselen haykırışlar varmış gibi geliyor... Bu kitap ta tam hissettiğim şeyi doğrulamakla kalmayıp bir kadının aşkı uğruna neleri feda edebileceğini, hastalıklı bir aşk olduğunu bile bile nelere göğüs gerebileceğini, O'nu nasıl affedebileceğini anlatıyor. İlk başlarda çok abartı gelmişti bazı şeyler ama okuyup bitirdikten sonra sindirmeye başladım... kendimi koydum romanın baş kahramanının yerine, "ben olsam ne yapardım" diye düşünürken buldum kendimi... Öyle paragraflar var ki hala kafamın içinde yankılanıyor! Akıcı, aşk, ihtiras, tutku, entrika ve acı dolu bir kitap. Gözünüze çarparsa bir yerlerde okuyun derim...